KEMAH'TA BAŞLAYAN GÖLGE- YILDIRIM BEYAZİD'IN KADERİNE YAZILAN KAPI

Gün batımıyla kararan Anadolu ufkunda, uzak dağların ardında saklanan bir gölge vardı. Bu gölge, ne yalnızca bir hükümdarın ne de tek başına bir devletin gölgesiydi. Bu, bir medeniyetler çarpışmasının, bir sükûnetin öncesindeki fırtınanın habercisiydi. Ve o gölge, Erzincan’a, Kemah Kalesi’nin taş surlarına usulca değdiğinde, tarih bir daha aynı olmayacaktı.

Kemah… Fırat’ın çocukluk sesini duyan bir belde… Göz alabildiğine sarp, yalçın, gururlu... Bir kaleden fazlasıydı bu coğrafya. Doğunun kapısı, batının son siperiydi. Kim hâkim olduysa ona, o yalnızca toprak değil; kaderin dümenini ele geçirmişti.

Ve bir gün…

Bu sessiz dağlara bir yıldırım düştü.


Yıldırım Bayezid… Adı bile zamanla yarışırdı. Bursa’dan Edirne’ye, Niğbolu’dan Sırbistan’a dek uzanan Osmanlı kudretinin mimarı, gölgesi Balkanlar’ı ürperten bir fırtına… Ne var ki her fırtına bir dağa çarpar. Ve Bayezid’in fırtınası, Kemah’a çarpınca yalnızca kaya değil, tarih çatladı.

Bayezid, Anadolu’da Türk birliğini kurmak istiyor; Aydın, Menteşe, Germiyan, Karaman, Dulkadiroğlu beylerini Osmanlı sancağı altında toplamaya ant içiyordu. Her bir beylik, onun gölgesinden ya ürküyor, ya sığınıyor ya da direniyordu. Ama Kemah… Kemah farklıydı. Çünkü onun ardında Timur’un bakışı vardı.

1400 yılına girerken, Osmanlı tahtının sahibi, doğuya çevirmişti gözlerini. Doğu Anadolu’da hâlâ bağımsız kalan, Akkoyunlu etkisindeki Kemah, Osmanlı gücüne boyun eğmemişti. Bayezid için bu, kabul edilemezdi. Ama daha ötesi, Kemah’ın fethi, Timur’un Anadolu’daki nüfuz alanına doğrudan bir müdahaleydi.

Bayezid ordusunu topladı. Karaman’da son ayak seslerini duydu toprak. Sonra yönünü Erzincan’a çevirdi. Kemah, surlarını yıldırımlara karşı kaldırdı. Ama her sur, kaderin kendisinden yüksekte değildir. Kale düştü. Ama asıl yangın o taşların ardında değil, doğuda bir tahtta başladı.

Kemah’ın alınmasıyla Timur’un sabrı taştı. Zira Bayezid artık yalnızca Anadolu’da değil, Timur’un iktidar mimarisinde bir tehdit olmuştu. Karşılıklı mektuplar yazıldı. Diplomatik diller yırtıcı oldu. Bayezid’in elçileri bağlandı, Timur’un habercileri aşağılandı. Anadolu’nun sert rüzgârları artık bir savaşın kokusunu taşıyordu.

Bayezid’in Anadolu'da kurduğu birlik, Timur’un gözünde bir tehlikeydi. Ve Kemah, bu tehlikenin ilk kıvılcımıydı. Bir kale için başlayan hamle, bir cihan savaşına dönüştü.

1402... Temmuz sıcağı... Ankara’nın Çubuk Ovası...

Bayezid, binlerce askerle, sayısız sancakla, sonsuz özgüvenle orada. Timur, doğunun kudreti, filleriyle, süvarileriyle, askerî dehasıyla karşısında.


Ve sonra...

Kemah’ta atılan ilk adımın gölgesi, bu ovada bir güneş gibi doğdu. Savaş, yalnızca iki hükümdarın değil, iki dünyanın, iki çağın, iki kaderin savaşıydı. Ve Bayezid mağlup oldu. Esir düştü. Osmanlı tahtı parçalandı. Anadolu bir daha aynı birliğe kolay ulaşamayacak kadar dağıldı.

Ama ne gariptir… Bu fırtına Kemah’ta başlamıştı.

Bugün Kemah’ın taş duvarlarına dokunan el, yalnızca bir kaleye değil; bir fırtınaya, bir aşka, bir ihanete, bir öfkeye, bir pişmanlığa dokunur.

Yıldırım Bayezid, belki son kez baktı o dağlara. Belki de içinden yalnızca şunu geçirdi:

“Bir kale aldım… ama kendimi kaybettim.”

Kemah’ta başlayan hamle, Ankara’da bir çöküşle son buldu. Ancak tarih için bu, yalnızca bir son değil; bir dönemin, bir çağın açılış perdesiydi.

Bugün Erzincan’ın gökyüzünde rüzgâr hâlâ aynı hikâyeyi fısıldar. Yıldırım Bayezid’in ihtişamı, Kemah’ın taşlarında yankılanır. Her sur, bir sultanın yükselişini değil; onun kalbindeki savaşı da anlatır.

Kemah, bir kaleden fazlasıdır.

O, bir uyarıdır tarihe:

“Kimi zaferler, düşmanını değil, sahibini yıkar.”


instagram facebook twitter

Haberdar Olun