1402... Temmuz sıcağı... Ankara’nın Çubuk Ovası...
Bayezid, binlerce askerle, sayısız sancakla, sonsuz özgüvenle orada. Timur, doğunun kudreti, filleriyle, süvarileriyle, askerî dehasıyla karşısında.
Ve sonra...
Kemah’ta atılan ilk adımın gölgesi, bu ovada bir güneş gibi doğdu. Savaş, yalnızca iki hükümdarın değil, iki dünyanın, iki çağın, iki kaderin savaşıydı. Ve Bayezid mağlup oldu. Esir düştü. Osmanlı tahtı parçalandı. Anadolu bir daha aynı birliğe kolay ulaşamayacak kadar dağıldı.
Ama ne gariptir… Bu fırtına Kemah’ta başlamıştı.
Bugün Kemah’ın taş duvarlarına dokunan el, yalnızca bir kaleye değil; bir fırtınaya, bir aşka, bir ihanete, bir öfkeye, bir pişmanlığa dokunur.
Yıldırım Bayezid, belki son kez baktı o dağlara. Belki de içinden yalnızca şunu geçirdi:
“Bir kale aldım… ama kendimi kaybettim.”
Kemah’ta başlayan hamle, Ankara’da bir çöküşle son buldu. Ancak tarih için bu, yalnızca bir son değil; bir dönemin, bir çağın açılış perdesiydi.
Bugün Erzincan’ın gökyüzünde rüzgâr hâlâ aynı hikâyeyi fısıldar. Yıldırım Bayezid’in ihtişamı, Kemah’ın taşlarında yankılanır. Her sur, bir sultanın yükselişini değil; onun kalbindeki savaşı da anlatır.
Kemah, bir kaleden fazlasıdır.
O, bir uyarıdır tarihe:
“Kimi zaferler, düşmanını değil, sahibini yıkar.”